14 Temmuz 2008 Pazartesi

Meftun Eden Yabancılar

Gregory Volk

Vaktini İstanbul, Londra ve birçok yer arasında gidip gelerek geçiren Kutluğ Ataman için şu aralar güzel günler. Carniege International’da yeni bir enstelasyonu sergilenmeye başladı ki bu enstelasyon Carniege ödülünü aldı; Britanya’nın prestijli ödülü Turner’ da finalist oldu, New York Lehmann Maupin’de yeni etkileyici bir video çalışması daha izleyiciyle buluştu ve şu sıralar Sydney Çağdaş Sanat Galerisi için bir retrospektif hazırlığı yapıyor. Tüm bunlar, her ne kadar kimi takdire şayan deneysel ve uzun metrajlı filmler yapmış olsa bile, 1997 yılına kadar görsel sanat sergilerinde bulunmamış biri için oldukça iyi gelişmeler olsa gerek.
Ataman ve kavramsal hareketlere yatkın bir duruşu olan heykeltraş Ayşe Erkmen, Türkiye’nin geniş bir kitle tarafından tanınan önemli çağdaş sanatçıları; Erkmen gibi Ataman da son zamanlarda böylesi kalıcı bir şöhret edinmiş sayılı Türk sanatçılardan. Fakat Ataman’ın sanat yaşamı, Türkiye’de İstanbul Bienal’i dışında böylesi profesyonel yaşamları destekleyebilecek bir sanatsal altyapının gelişmemiş olmasından ötürü, memleketinden çok uzaklarda gelişti.
semiha b. unplugged (1997)
Rosa Martinez küratörlüğünde gerçekleşen 1997 yılı İstanbul Bienali sırasında Ataman ilk kez uluslararası sanat takipçilerinin dikkatini çekti. Ataman, bienale – o sırada- 87 yaşında olan oldukça eksantrik bir Türk kadın opera sanatçısının belgeseli olan Semiha b. Unplugged (1997) ile katılmıştı.
1980’lerin ortalarına doğru Ataman UCLA’da film ve drama çalıştı ve burada bu ‘endüstri’den insanlarla bağlantılar kurma fırsatı yakaladı. Bu yüzden Atamanın şu ana kadar olan çalışmalarının çoğu alabildiğine ‘na-Hollywood’vari olması ilgi çekicidir. Yavaş akan, tek kanallı projeksiyonla sunulan Semiha B. Unplugged bunun en güzel örneğidir. Neredeyse 8 saat uzunluğunda, bir olay örgüsü veya senayo barındırmayan ve izleyicinin herhangi bir anından izlemeye başlayabileceği bir çalışmadır. Dijital sihirleri ve effekt hercümercini bir yana bırakırsak, kamera açılarındaki ince oynamalar ve detaylara yönelen bu ilgi, görsel bir çekicilik yaratmıştır. Ataman Berksoyu onun evinde kokulu, çamurlu görüntülerle doğaçlamavari titreyen bir el kamerasıyla home-movie tadında kaydeder. Görüntüde neredeyse her zaman üstünde sadece çorapları ve iç çamaşırları ve yüzünde bulaşmış ruju, topaklanmış allık ve maskarasıyla bütün yaşantısını kusan Berksoy vardır. Operalarından sahneler oynar, aryalarından parçalar seslendirir, sahneye çıkacakmışçasına üstüne başına çekidüzen verir ve hayatının son dönemlerinde yöneldiği üretken dışavurumcu ressamlığı hakkında konuşur.
Altyazı eklenmiş bu videoda, Berksoy sanatı çok ulvî, nadide ve normal insan yaşamından üstün ve onun çok ötesinde bir yerde konumladırır; öte yandan kendi çocukluğunu anlatır, genç yaşında ölen annesini, çok eza çekmiş babasını yadeder, profesyonel zaferlerinden dem vurarak şarkıcılık kariyerini anlatır. Operanın Avrupa’dan ithal bir şey olarak görüldüğü ve onun bu hafifmeşrep ve frapan kişiliğini sıkı sosyal kurallarla zorlayan Türkiye’de karşılaştığı engelleri anlatır.
Berksoy, annesinden bahsederken, sözlerini zaman zaman yüzüne Berksoy’un annesinin bir fotoğrafı uydurulmuş yarı-çıplak bir mankene hitaben söyler. Bu sahte “anneciğim” -Berksoy’un ona hitap şekliyle- bir yandan sevimli bir yandan ürperticidir. Çünkü bu, Berksoy’un gerçekten bir kaçık olabileceğini hissettiren birçok andan ve yine bu sahneler, belirsiz ve rahatsız hissettiğimiz anlardan sadece biridir. Gördüğünüz şeyin kurmaca mı yoksa gerçek mi olduğunu ayırdedemiyorsunuz. Bir dikizci gibisinizdir ve Berksoy’un o tıkış tıkış odaları kadar tıkış tıkış olan zihni, klostrofobik ve rahatsız edicidir. Her ne kadar vücudunun yaşlanması ve sesinin törpülenmesiyle halkın dikkati uzun zamandır başka yerlere kaymış olsa da, hâlâ onun kendini bu yeniden keşfedişlerinde, hayatını yeniden yapılandırışında ve prima donnavari edalarında çekici birşeyler vardır.
Bir hatıraya yönelik bu performansları arasında, Berksoy bazı kutuları karıştırır ve yıpranmış mektupları okuyarak geçmişe dalar. Onun bu tekbenci derin düşünmeleri tam da bir divanın kendine yönelişinin örneğidir, fakat yine de bunlar sinsi ve çağrıştırıcı güce sahiptir. Bu derin düşünceler, nihayetinde, hem uçarı hem frapan, proto-feminist bir kadının erkek egemen bir toplumda varolma mücedelesi veren 20. yüzyılın Türkiye’sinden bir yaşam manzarası sunmakta hem de ölümün sokulup kuşattığı mağrur bir kadının portresini çizmektedir.
Yakın zaman önce 94 yaşında yaşama veda eden Berksoy, gerçek hayattan, bir aktör tarfından canlandırılmayan bir figürdür ve Ataman’ın yaklaşımı göz alıcı bir şekilde samimidir. Orada başka birinin evinde, başka birinin hissiyatıyla başka birinin yaşam öyküsünü dinleyip, görmek istediği şeyleri kaydetmektense Berksoy’un sunduğu göstermek istediklerini çekmeyi yeğlemiştir. Ataman’ın diğer birçok işinde olduğu gibi bunda da diyalogsal ve önceden belirlenmemiş bu dil önemli bir güç teşkil eder: Berksoy’un konuşma şekli, dili sadece kimliğini değil yaşamının epik öyküsünü kurarken nasıl kullandığı ve dilin bir iletişim ve keşif aracı olduğu kadar bir yanılsama ve saklama aracı olması.
Katmanlaşmış kişisel bellek, tutku, mutsuzluk, şehvet, neşe, hayal kırıklığı, aşk, takıntı ve ihtiyatlı duruşlar, güçlü sosyal ve tarihsel dinamiklerle içiçe yavaş yavaş birikmektedir. Çalışmanın süresi dolayısıyla, videonun tamamını izlemek olanaksızdır. Bir süre izlersiniz, sonra ayrılıp geri dönersiniz ve bu parçalar, tekrarlar, temaslar ve keskin geçişlerin olduğu bir iş halini alır.
Dahası, bütün bu duraklayıp yeniden başlamalar, hikâyelerin ve öykücüklerin tekrarı ve arasıra oluşan karışıklık ve unutkanlık esasında tam da 87 yaşındaki bir kadının belleğinin nasıl işlediğini yansıtmaktadır. Bu anlamda, Ataman’ın bu çalışması Berksoy’un bizzat kendisindense onun zihninin ince tuhaflıkları ve tutkularını, yaşamının battal boy arzularını ve sendeleyen tumturaklılığını anlatmaktadır. Bu çalışmanın düşünüp dinmeye ve hatta harekete geçmeye sevkeden bir yanı da var. Bu bulanık röportaj, günlük muhabbet ve teatral heyecan ile başka bir dünyaya değil, başka birinin dünyasına girersiniz.
Berlin’de ve yurt dışında başka birçok yerlerde çalışmalar yaparak müziğinin peşinden koşmak adına, Berksoy’un kendine açtığı yeni yollar ki kendini Türkiyenin ilk opera sanatçısı şeklinde nitelendirir, Türkiye’nin otoriter yollarıyla çatışmıştır. Örneğin, 1930’un sonlarına doğru komunist şair Nazım Hikmet’i hapishanede ziyaret ettikten sonra çoğu zaman komunist olduğu yönünde iddalara karşı karşıya kaldı, Berksoy’a göre bu iddialar onun kariyerine ket vurdu. Bu, Ataman’ın çalışmasının bir büyüleyici yanını da ortaya koyuyor. Başkalarını kaydederken- çoğunlukla eksantrik ve bazı öznel takıntı sahip olanları- Ataman çoğu zaman kendi ruh haline ve kaygılarına yelken açıyor, tıpkı burada Türkiye ile olan o çatışmalı ilişkisine açtığı gibi. 1980’de 19 yaşında bir genç olarak, ülkesi askeri bir darbeyle çalkalandığında, Ataman solcu bir gösteriyi kaydetmesi sebebiyle 38 gün tutuklandı. Bir yandan övgüler duyarken, öbür yandan alenen gay olması itibariyle, anti-homoseksüel peşinhükümlere maruz kaldı. Sonra, Ataman’ın media art çalışmaları Türkiye’ye pek “yabancı” olduğu ve onunda Berksoy gibi vaktinin çoğunu yurt dışında geçirip bilinçli bir şekilde uzak durduğu Türk kültürüyle yine de meşgul olması gerçeği de ortada. Berksoy’la çalışmak Ataman’a zımnen de olsa onun için pek önemli mevzulara değinme olanağını açmıştır. Ataman da çoğu kez kaydettiği kişilerle kurduğu bu çok yönlü ilişkinin onun için ne kadar önemli olduğunu sıklıkla belirtmiştir.
Ataman’la ikinci karşılaşmam, son Documenta’ da gösterilen The 4 Seasons of Veronica Read (2002) ile oldu. Bu enstalâsyonu bu sergide muhakkak görülmesi gereken çalışmalardan biriydi. Bu çalışma Hippeastrum bitkisi, daha çok amaryllis/çoban çiçeği diye bilinir, hakkında bilinebilecek her şeyi bilen İngiliz bir kadın üstünedir. Çoban çiçeği onun hem özel hem de profesyonel yaşantısında önemli bir yer sahibidir( Bir hayırsever dernek olan Bitki ve Bahçeleri Koruma Milli Konseyi tarafından ünvan verilmiştir.) İlgisi zamanla bir takıntı halini almış bir çiçek soğanı meraklısı/bilginidir. Bu çalışma, birer saat uzunluğunda ve ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış şeklinde ayrılmış aynı anda bir odanın ortasında yanyana kare biçimde yerleştirilmiş monitörlerle gösterilen dört kanallı bir enstalâsyondur. Çalışmada Veronica Read’in yaşamından bir yılı, onun değer verdiği çiçeklerinin hayatından bir yılla olan ilikisi üzerinden açımlanır. Soğanları temizler ve gömer ve bir ay sonra açan çiçeklerden gözleri kamaşır ve tüm bu süre boyunca olacaklar hakkında heyecanlıca konuşur. Bu soğanları keserken eline antiseptik plastik bir eldiven giyer, mutfağı bir ameliyathaneye dönüşür ve kötü korku filmlerindeki kontrolden çıkmış mutantları andıran bu koleksiyonun durmadan yerini değiştirip budayıp sulayarak tüm ilgisini onlara yöneltir.
The Four Seasons of Veronica Read (2002)
Bu çalışmayı izledikçe, Read’in Ataman tarzı tuhaf tekrar ve beklenmedik geçişlerle kollajlanıp paketlenmiş özel zihniyle daha bir kaynaşırsınız. Gerçekler ve bakım süreçleriyle yakından ilgili olan bu akıllı bahçıvan için aynı zamanda bu bitkiler yoğun bir anlam ihtiva eder. Onlarla olduğu zaman yalnız hissetmez- esasında Read’in hayatında zaten pek de çok kişi yok gibidir. Bu çiçekler onun çoçuğu, hatta Read’ın bu takıntısının oldukça erotik bir tavra büründüğü birçok noktalardan yola çıkarak zaman zaman şüphelenilebileceği gibi sevgilisi gibidir. Onlara şefkatle dokunur, onlarla iftihar eder ve onların problemi olduğu zaman o da acı çeker. Keneler istilaya başladıklarında, dertleri çoğalır, Read kızgın ve çaresiz hisseder. Kurmaya çalıştığı bu mükemmel düzen bir kargaşa halini alır. Tüm bunlar izleyiciye keskin kadansları üzerinden monologlarla aktarılır.(Bitkiler ona “büyük haz” vermektedir, bunu tekrar tekrar duyarsınız ve keneler “iğrenç küçük yaratıklar”dır ki bunu da defalarca duyarsınız) Çalışma boyunca Read’in bu tuhaf evcil halleri birçok psikolojik ve sosyolojik uzanımlarla açımlanır. Evi ve içindeki (Read için) rutin olan bu olaylar onun ruhununun derinliklerindekilerin gizemiyle bir dünya halini alır. Acaba onun çiçeklerle olan bu derin ilişkisi dünyadan kaçıp iltica ettiği bir evren midir diye ve bunun nedenleri üzerine merak salarsınız. Atamanın izleyiciyi sarıp sarmalayan bu enstelasyonu bu anlamda oldukça başarılıdır. Her bir sahne ve mevsim bir diğerine döngüsel bir gelişim ve bozulum çerçevesinde ilerler. Monitörlerin konumlandırılışı da Read’ın bu takıntısıyla kuşatılmışlığını yansıtır gibidir. O çoban çiçeklerini toplar, ama çoban çiçekleri de onu toplar, onu kendi botanik evrenlerine katarak.
Ataman Veronica Read ile kendisinde olan çoban çiçeklerine düşkünlük sayesinde karşılaşır, ve aslında Read’ın çiçeklerine bu adanmışlığı, onların güzelliklerine bu düşkünlüğü birçok yönden Ataman da dahil birçok sanatçının kendi peşinden koştukları vizyon ve çabalara tekabül eder. Botaniğin bir erotik, dinsel ve psikolojik dinamiklere dönüştüğü, bu çoban çiçeği düşkünü gerçekten tuhaf biridir: bu kadının evinde 800’den fazla bitki vardır ve birkaç sefer tatil için evinden ayrıldığında özlem ve şefkatle doyasıya bakabilmek için yanına onların fotoğrafını almıştır.
Muhtemeldir ki Ataman, bu tuhaf takıntıya dair bir şeyler hissetmekte ve ülkesinden uzakta kaldığı zamanlardan bu yalnızlık ve yabancılaşmayı bilmektedir. Bir çoban çiçeği hayranı olarak, sabırlı melezlemelerle oluşan bu bitkiler hakkında çok şey bildiği kesindir ve bu çalışmasına da yansır. Read, Ataman’ın yuvalandığı bir karakter değildir. Read, keskin sınırlı konuşkan yapısıyla kendisidir. Fakat bu özne ve sanatçı arasında tuhaf bir değiş tokuş yaşanır, Ataman kaydettiği bu öteki üzerinden yine kendi ruhuna yakın bulduğu konuları keşfe çıkar. Bu çalışmasında ve aslında bütün çalışmalarında pek az görünür- bazen kadraj dışından duyulan bir sorusuyla-, fakat onun varlığının her zaman farkındasınızdır ve onun sorduğu soruları Veronica’nın verdiği cevaplardan çıkarabilirsiniz.
Ataman’ın diğer çalışmalarında kısa bir gezinti ile onun bu monolog ağırlıklı yarı belgesellerinin ne denli araştırıcı ve çağrıştırıcı olduğunu görebilirsiniz. Peruk takan Kadınlar, Güney Kaliforniya Film Okulu’ndan müstehzi bir öğrencinin yaptığı abartılı bir filmmiş gibimize gelebilir. Esasında, altyazı ile sunulan bu video dört Türk kadının perukları ve niye peruk taktıkları üztüne dokunaklı ve sert bir mütalaadır. Eş zamanlı 4 DVD projeksiyonundan oluşan bu çalışma izleyiciyi hikâyeden hikâyeye atlama durumunda bırakması itibariyle izleyicinin yanıtının kısmi olacağını garanti altına alır. Birinde, oyuculardan biri perukları ardarda denerken yüzü pek görünmez, daha çok kafasının arkasından parmaklarını saçlarına daldırışını izleriz. Bunları yaparken, bir yandan 1970’lerin başlarında Türkiye’de tutuklamalar, işkenceler ve cinayetler bu kadar yaygınlaşmış ve toplumu bu kadar sarsmışken yasaklı solcu grupların gizli haberciliğini nasıl yaptığını anlatır.
Peruk Takan Kadınlar (1999)
Bir peruk takarak bir havayolu hostesi gibi davranmak bu kadının hayatını kurtarmış fakat benliğini oldukça kağşak bir zemine taşımıştır. Video, yaklaşık 30 yıl sonra kadının aslında hâlâ nasıl bir gizlenme içinde olduğunu anlatır. Diğer hikayede üstüne titrediği uzun sarı saçlarını yakalandığı göğüs kanseri sırasında gördüğü kemoterapi sırasında kaybetmiş bir gazeticiyi anlatır. Dışarıda peruk takmasını gerektiren bu çetin mücadelesini anlatır, güç durumda bir kadınsılık ve tükenmiş bir dayanma gücünü ifade eder. Üçüncü öykü, sadece kelimelerden oluşur (hiç bir görüntü yok, sadece altyazılı bir siyah ekran) ve genç, adanmış bir Müslüman kadının yapmak durumunda kaldığı sıkıntılı seçimi anlatır. Ya gençliğinden beri yapageldiği gibi başını örtmeye devam edecek ve çeşitli yasal hükümlerden ötürü üniversiteye gidemeyecek ya da bu örtüsünden okumak için vazgeçek ve bir yandan onu utanarak ilkelerine ihanet etmiş hissedecektir. Onun kendine bulduğu orta yol yürek burkucudur: başını bir perukla örtmek. Son hikâyede ise hem estetik (daha kadınsı bir görünüm sağladığı için) hem de pratik (daha çok sarışın seven müşterilerine hitap edip daha çok iş olanağı doğurduğu için) peruk takan transseksüel bir fahişe anlatılmaktadır. Bu çalışmada, peruk kadar dünyevi ve sıradan bir objenin nasıl da ben duyumunun kaprislerini, bükülmelerini ve gizlenişlerini; Türk toplumunu yaran çürümüş ideolojik fay hatlarını, cinsel yönelim konusundaki sınırlandırmaları ve laik ve dini kültürler arasındaki çatışmayı gözler önüne serdiğini gösterir.
It’s a Vicious Circle’da, daire üxerinde içeri bakan monitörlerde aynı adam memleketinden(Jamaika’dan) uzakta (Almanya’da) yaşamanın keyifli ve üzüntülü deneyimlerini anlatır.
Ruhuma Asla (2001)
6 kanallı bir projeksiyon olan Ruhuma Asla’da (2001) bir Türk transvestit banyoda küvetinde keyif yaparken veya yaşadığı yer Lozan, İsveç’te bir diyaliz makinasına bağlıyken, yaşamının iç acıtan öykülerini, küçükken babasının attığı dayakları, İstanbul’daki polislerin gaddar muamelelerini anlatır. Diğer zamanlarda, Türkan Şoray kimliğine bürünür ve sürdüğü hayat esasında bir Türkan Şoray melodramına senaryo olabilecek niteliktedir: erdemli bir kadın ve onun yakasını bırakmayan kötü kalpli adamlar..
Ataman’ın bu olağandışı dolayımlı belgeselleri ırk, cinsel kimlik, baskı gibi çok temel konuları ve baskın kültürde marjinal bir figür olmanın ne anlama geldiği konusunu sorgularken dikkatimizi yakalamayı başarıyor.
Ataman, aşırı hızlanmış şu zamanlarda durağan/durgun sanatın başarılı bir uygulayıcısıdır ve her ne kadar onun çalışmalarının başında saatler geçirmeniz gerekmese de bunu yapmanız oldukça iyi bir fikir olur. Ve yine Ataman, tiz ideolojilerin, deklarasyonların ve reklâm kampanyalarının, üç beş cümlelik sloganların hüküm sürdüğü bu çağda diyalogsal sanatın da başarılı bir temsilcisidir.
Dil, aktör olmayan insanlar tarafından konuşulduğunda daha çok yönlü bir hal alır. Onun bu dehası sayesinde ( Atamanın 60 ve 70’lerin deneysel film ve videolarına ilişkin derin bilgi sahibi olduğu ve film teorisi konusunda da usta olduğu açık),ağır tekniklerle pataklanmış hissetmezsiniz, aksine Ataman sizi biçim ve içeriğin karmaşık bir sentezine sürükler.
Ataman’ın geçen 7 yıldaki işlerinin geneline bakıldığı zaman, onun galeri ve müze ortamları için ürettiği film ve videoların oldukça öncü olduğu görülür. İlgisini daha çok bu muhitlere kaydırdığından, enstelasyonları için zarif ve konusuyla oldukça örtüşen çözümler tasarlamakta oldukça usta.
1+1=1 (2002) Kıbrıslı bir kadın, karşılıklı yerleştirilmiş projeksiyonlarda konuşmaktadır. Bu enstelasyonda kadın açısından vurgulanan, Kıbrıs’ın iki ayrı bölgeye ayrılması üzerinden oradaki hayatın ve bu komşuların etnik temelli karşılaşmalardan doğan tuhaf gaddarlık ve seyrek de olsa nezaketin yarattığı, bir ben duyumu bölünmesinin var olmasıdır. Video boyunca, kamera hep durağan, banal izlenimi verebilecek, başüstü seviyesinden kayıt yapmaktadır. Fakat yine de bu kadının bölünmüş bir ülkede geçen hayat hikâyesine kapılırsınız, zaman zaman tuhaf, rahatsız edici, çok kişisel ve oldukça ahlaki olan bu hikâyeye.
Ataman’ın uluslararası düzlemde yakaladığı bu yükseliş pek duraksama emareleri göstermiyor; esasında en son iki çalışması onun en iyi çalışmalarından. Ekim’de Lehmann Maupin’de gösterilen Stefan’ın Odası(2004), güve, kelebek ve diğer böceklerin takıntılı bir kolleksiyoncusu olan Stefan Naumann’in öyküsünü anlatır. Berlindeki küçük apartman dairesinde çoğunu teşhir çantalarında sakladığı 30.000 civarı tür bulundurmaktadır. Bu enstelasyonu farklı yükseklik ve açılarla asılı duran seyrek kümelenmiş 5 ekrandan oluşur. Bunlardan dördü durmadan Stefan’ın dünyanın dört bir yanından topladığı, kurutulup, iğnelenmiş koleksiyonunun yatay kamera hareketiyle çekiminin görüntüleridir ve sessizdir. Önce belli bir mesafeden bu şahane kelelebekler görünür, sonra da onların yakın çekimde göz yuvarlakları, ağızları ve antenleri. Canlı tırtıllar yapraklar üzerinde güçlükle ilerler, güveler de Mauman’ın kolunda ışıldamakta ya da yuvalarında çırpınmaktadırlar. Görüntülerin bu yavaşça kayması rüyavari bir etki uyandırır ve sanki Nauman’ın zihininin iç çemberlerine bakıyormuş gibi hissettirir. Beşinci ekranda, Naumann( Berksoy ve Read gibi) evindedir ve tutkusunu anlatmaktadır. Doğrudan, soğuk ve duygusuz bir hali vardır. Her ne kadar nesnel gerçeklerle ilgili olsa da, bazı bazı, özellikle güvelerin ve kelebeklerin özelliklerinden ya da larvaların kanatlı yaratıklara metamorfozunu anlatırken hep ses tonundan bir merak zehri salınır. İzleyici Naumann’da bir huzursuzluk da hissseder; bu özel yaşantısını birden bire kamera ile herkese anlatır olmuştur, üstelik anadili olan Almanca değil, İngilizce konuşmaktadır. Her ne kadar böceklere yoğunlaşsa da, konuşmalarından ona ait bazı kişisel detayları yakalamak, kendisini kuşatan bu tutkunun bir ‘mani’ sınırında dolaştığını hissetmek mümkündür.
Nauman, dikkatle ve hatta şefkatle bir güveyi zehir dolu bir kaba daldırır ve izleyici böceğin ölümünü izler. Bunu yaparken başlarda onun için böcekleri öldürmenin ne kadar zor olduğundan bahseder. Aynı zamanda ondan yaşça büyük bir entomologun nasıl kolaylıkla yüksek miktarda -binlerce insanı öldürmeye yetebilecek- zehirli gaz edinebildiğinden bahseder. Binlerce insanı öldürmeye yetecek kadar zehrin Almanya için özel bir tınısı vardır ve bu okkalı kinaye etkisini yitirmeden bir süre öylece kalakalır. Bir ara, Ataman ( kamera arkasından) samimice bu böcek kolleksiyonunun metaforik bir tavrı, yaşama tekabül eden bir yanının olup olmadığını sorar, Naumann’ın yanıtı büyüleyicidir. Bir iki saniyeliğine dona kalır ve siz zihninde takırdayarak dönen çarkları hissedersiniz. Fakat soruyu anlamadığını belirtir, hepsi bu. Bulanık dışdeğerbiçmelere (extrapolation) gitmeden sadece ve sadece böcekler hakkında konuşmayı tercih eder. Hâlbuki dile getirilmeseler de bu dışdeğerbiçmeler oldukça boldur: fakat bunlar izler ve ipuçları şeklindedir. Bu harikulade, nadide yaratıklara takıntılı bu adam da esasında harikulade ve nadide bir yaratıktır, Alman toplumunun çok küçük bir alt kümesine aittir -yakışıklı, gay ve böcek tutkusuyla kendini tüketmiş olan-.(“Tükenmek” demişken, çalışmanın bir başka noktasında, Naumann bir zamanlar böcekleri nasıl yediğini ve tatlarını ve protein değerlerini anlatır.) Kıpır kıpır bir larvanın kanatlı bir kelebeğe dönüşmesine hayran biri olduğundan, onun kendi dönüşümleri merak etmeden de duramayız, hele de uymacılığı kendine özgülüğe tercih eden bir toplumda yaşıyorken.
Küba (2004)
Etkileyici anlardan biri de, Nauman’ın aktör olan partnerinin bir iş için evden ayrılıyorken kısa bir süre görüntülere yansımasıdır. Üstündeki parıltılı kıyafetlerle egzotik bir hali vardır. O an gösteriş için kullandığımız şablonlar ve şekiller hakkında düşünmeye başlarsınız, nasıl ayrıksılaştığımızı ve de bunu hem kendimizi savunmak hem de başkalarını etkilemek için kullandığımızı. Tüm bu mütalaalara yol açan bu duygusuz ve ruhsuz videodur, Stafan Naumann ve onun böcekleri. Sonlarda, o artık, ketum güdüleri ve bilimsel ferasetiyle bir entomologa benzeştiği kadar bir sanatçı gibidir aynı zamanda. Onun bu fevkalede “eseri” tırtılların gösterişli girift desenlere bürünmesinden sonrasına dairdir.

Son olarak, Ataman’ın Carniege International’da gösterilen Küba (2004) çalışması sanatçının çalışmalarında belirgince işlediği ‘Türkiye’ ye geri döner. Bu çalışmadaki insanlar, İstanbul’daki Küba adlı bir yerleşim biriminde yaşayan İslamcı fundementalistler, sol-kanat muhalifleri, suçlu, işçi, önceden evsiz olan insanlar, yani anaakım Türk yaşantısından oldukça uzakta olan insanlardır. Bu yerleşim birimi yeni oluşmuş bir mekândır, 1960’larda gidecek başka yeri olmayanların yaptıkları kulübelerin birleşmesiyle oluşmuştur. Başlarda polisler bu meskenleri sıkça yıkmış ama kolayca yeniden yapılmıştır. Ve birçok defa toptan yerle bir etme önerilerine rağmen Küba hâlâ orada ayakta ve gelişmektedir. Bu yer sosyal, dini, ekonomik ve cinsel baskı kazanı gibidir, fakat süregiden hoşgörü ruhlarının yanında hararetli bir birliktelik ve bağlılık sahibidirler. Küba’da, ayrı ayrı yabancılar kendi kendini yöneten görece bir özgürlük alana yaratmak için bir araya gelmişlerdir. Tartışmalar kendi aralarında polise yansımadan çözülür ve burada insanları zor zamanlarında ayakta tutacak bir karşılıklı destek ve dayanışma havası hâkimdir. Ataman’ın Carniege’deki enstelasyonu büyük bir odaya yayılmıştır. 40 tane ucuz, ikinci el televizyon setleri uyumsuz sandalyelerle karşılıklı yerleştirilişiyle tam da Küba’nın eğreti döşenmiş temizlenmiş Küba evlerini andırmaktadır. Her monitöre, bu yerleşim biriminin bir sakininin kameraya anlattığı hayatı yansıtılmaktadır. Bu enstelasyonla ilk karşılaştığınızda, karşınıza çıkan bir oda dolusu düşük sesle konuşan insanlar ve bunların yarattığı uğultudur.

Belli bir mesafeden, birinin karakterini anlayabilmek oldukça güçtür ve onlarının hikâyelerinin ne olduğuna dair tek bir ipucunuz bile olmaz. Kendileri de yabancı olan bu insanların temsillerine yaklaşan allak bullak olmuş yabancılarsınızdır. Burada Ataman’ın büyüsü devreye girer. Yapabileceğiniz tek şey, herhangi bir hikâyenin bir yerinden başlayıp onun hikâyesini dinlemektir, sonra başka bir tanesinin sonra da başkasının. Çoğu zaman hikâyeler oldukça ağırdır. Mesela Eda, kocası tarafından sürekli dayak yiyen bir kadındır ve doğum yaptığında eşi onu hastenede ziyarete gelmemiştir. Komşu yerleşim birimlerindeki çocuklarla kavga eden küçük bir çocuk olan Avni’nin, akıl dinginliğinin paradan daha önemli birşey olduğu beyanını ve iyi bir baba ve eş olmaya çalışırken hırsızlıkla itham edilmiş Ramazan’ı, “Hayatım bu ülkenin yasaklarıyla mücadele etmekle geçti diyen Kürt Muzaffer’i dinlersiniz.

En yaşlısından küçük çocuklarına uzanan bir yelpazede Küba’dan alınmış bu insanlar, şiddetle uyuşturucuyla, koca şiddetiyle, yoksullukla, polis baskısıyla, hapislerle ve umutsuzluklarla yüz yüzedir. Fakat bu kişilerin insanlığın; aldıkları çok kısıtlı eğitime rağmen sivri zekâları ve azimleri ve ruhlarının derinlikleri oldukça etkileyicidir. Ataman bu proje süresince iki yıl boyunca aralıklarla Küba’da yaşamıştır ve bu çalışması da oldukça hürmetkârdır.
Her zaman olduğu gibi bireyler, Ataman’ın görüş alanının odağındadır. Onlara kendilerinin rutin koşullarında yaklaşır ve mevzuyu detaylandırır: kişinin konuşma ritmi, seçtiği kelimeler, el kol hareketleri, kayıp giden ifadeleri, beden dilleri. Ataman, baskın kültürde ne sebeble olursa olsun kenarlarda olanlara yönelir ve onların bu mudilen duyulan seslerine kulak verir. En etkileyici olansa, onun bu meseleyi derinden idrak eden video enstelasyonlarının, parçalı öyküleri ve alışılmadık figürleri birleştirirken aynı zamanda karmaşık bir şekilde insanî olmayı da başarmasıdır. Bu çalışmalar hem dokunaklı hem de gizemli, cazibeli, takıntılıdırlar ve bireyselliğin ağır sosyal tahakkümler altında nasıl sürdürüldüğünü gözler önüne sererler.

Captivating Strangers, Art in America, Şubat 2005 ss.84-91, tesmeralsekdiz çevirisidir.



“...Büyüleyici bir hikaye karşısında çakılı kalan, kimi zaman etrafı tarayan, sürüklenen ve imgeyle flört eden bir seyircinin bakışıymış gibi hareket ediyor kamera..” Vasıf Kortun (Hakikati Yanlış Yorumlama Hakkı)










semiha b. unplugged (1997)











The Four Seasons of Veronica Read (200












Peruk Takan Kadınlar (1999)














Ruhuma Asla (2001)













Küba (2004)

Hiç yorum yok: