15 Temmuz 2008 Salı

Güncel Sanatta Krizler, Tuhaflıklar ve İmkanlar!

Rafet Arslan

Modern, daha doğrusu Post-modern sanattaki kriz olgusu son otuz yılda yoğunlaşıp, günümüzdeki güncel sanat polemiklerinin başat konusu haline gelmiştir. Yapılan üretimlerdeki kısırlık, tekrar, düş gücünden ve tinsellikten uzaklık; bahsedilen krizin ilk akla gelen delillerindendir. Heykel, resim gibi klasikleşmiş alanlardaki üretimlerde düşüş gözükürken, gelişen "high-tech" kültürün güncel sanattaki izdüşümleri olarak grafik illüstrasyon, video art, dijital ekollerdeki üretimler de büyük bir artış göze çarpmakta.
Uluslararası bienallerde yakın geçmişin heyecan uyandıran yenilikçi işleri aksine; sürekli Dada, Fluxus gibi avant garde ekollerin tekrarı olmaya çalışan kompozisyonlarla karşılaşılmakta...
Fakat bu tartışmalar da, tıpkı güncel sanat pratiğindeki üretimler gibi küçük ve içe kapalı bir çevre içinde gerçekleşmekten kurtulamadı. Yazar, eleştirmen, akademisyen, sanatçı, küratör çemberinde; kapalı alanlarda süren bu tartışmaların da bir yerde tıkanmasını olağan karşılamalı. Bunun yanında, güncel sanattaki kriz durumunun mutlaka finans, medya, bilgi alanlarındaki küreselleşme ile bağları var. Batı merkezli uluslararası hale gelmiş sanat piyasasının geldiği yer, sponsorluk, küratörlük kurumu, star sistemi gibi önemli faktörleri de hesaba katmayı da gerektiriyor kuşkusuz. Fakat bu önemli faktörleri farklı bir sorgulamaya bırakıp, konunun daha pratik izdüşümlerini ele almak istiyorum.
Genişletilmiş sanat kavramının neden geniş kitlelerle buluşamadığı, küçük ve içine kapalı bir izleyici kitlesiyle sınırlı kaldığı sorusunu, yapılan işlerdeki kısırlık ile yan yana okumakta fayda var. Öncelikle güncel sanatın izleyicisi ile buluştuğu alanlara, mekanlara göz atmak gerekiyor. İki yılda bir ülke sanat gündemine oturan Bienal etkinliği, galeri, sanat merkezi gibi sergi alanları ve bunların ötesinde hayatın nabzının attığı sokaklar...


9. Bienalin Sembolü yada AB Çarşafa Girer Mi?

9. İstanbul Bienali tam AB üyelik tartışmalarını hararetlendiği, artık çok daha geniş kesimlerin Türkiye'nin modern bir batı ülkesi olduğu söylemiyle bütünleştiği bir döneme denk gelmişti. İktidardaki Müslüman-demokrat kostümlü parti AB'ye tam üyelik bayraktarlığını yükseltiyor; kültür, sanat, spor, akademik olanlar dahil sivil her etkinliği, Batı'ya 'bakın işte 2000'li yılların çağdaş ülkesi' etiketiyle günlük siyasi gündeme dair bir getiriye dönüştürmeye çalışıyordu.
Tam da bu noktada ikili küratör merkezin Misafirperlik Alanı olarak belirlediği bölümde yer alan üç özerk sunumdan; Halil Altındere'nin küratörlüğünü yaptığı Free Kick'te yer alan bir çalışma gündeme oturdu: genç sanatçı Burak Delier'in AB bayrağından bir çarşafa bürünmüş kadın fotoğrafı...
Yapıta ad verilmemesi yani 'isimsiz' oluşu belki de karşılaştığı bu etkiyi arttıran bir yan sebep. Herkes kafasındaki AB/Türkiye şablonuna uygun bir isim koyabilirdi, toplumsal-bilinçdışının kendine imlediği bir noktadan. Art-İst dergisinde Melih Başaran 'tam da The Time dergisine kapak olacak sloganvari' bir çalışma değerlendirmesini yaptı. Kemalistler, İslamcılar vb. güncel sanat eserleriyle ilgisiz bir çok mecra bu çalışma üzerine görüş bildirdi. Herkesin, kendi durduğu yerden yorumladığı bu çalışma; olumlu yada olumsuz kendinden sıkça söz ettirerek bir nevi 9. Bienalin sembol işi halini aldı.
Tabii, bu duruma gelmesinde, Burak'ın*çektiği fotoğrafı afiş haline getirerek Beyoğlu sokaklarına 'korsan' astırmasının da etkisini hesaba katmak gerekir. Olumlu bakış açısıyla, yapılan iş Antrepo'nun duvarlarından, Situationistçe bir tavırla sokağa inmiş ve bir nevi izleyicisini 'kendini' yorumlatmak için ayartmıştı. Olumsuz bakış da, iki bin afiş bastırılıp, 1000 adetini sokaklara asmak PR kampanyası gibi bir yaklaşımdır diyebilir. Ama yapılan iş, tam da ülkenin en hayat meselesi haline getirilmiş bir olguya karşı radikal bir bakış açısı getirdiği için, kışkırtıcı bir kimliğe sahipti.
Medyanın da konuya dalmasıyla, tek bir işin oluşturduğu etkiyle bir başarı hikayesi hemen yazılmak istendi. Burak'ın tüm mütevazı tavrına rağmen ("2004'te sevgilime giydirip fotoğraflamıştım") yerli medya hemen, İstanbul'un ona sağladığı imkanları iyi değerlendirdi, tek bir işle gündeme oturdu hikayesi yazıverdi. Yabancı medya da konuyu AB/Türkiye ilişkilerine bir bakışta ele aldı, hatta Fransa da türbanlı kız öğrencilerin okullara alınmaması tartışmasıyla ilişkilendirenler de oldu...
Burak'ın sadece bahsettiğim işi değil; pek azını sergi salonlarında, pek çoğunu dergi ya da internet sayfalarında gördüğüm diğer işlerinde de ironik, saldırgan bir mizahla bütünleşmiş, keskin zeka parıltıları öne çıkıyor. Fotoğrafın ne boyutta sanat üretim biçimi olup olmadığı tartışması çok eski, Baudelaire'e kadar inen bir tartışma; bu yüzden burada tekrarlamaya gerek yok. Afiş desek Miro dahil bir çok öncü yaratıcının kullandığı bir sokağa taşan sanat formu durumunda.
Bu yüzden farklı bir yerden bakarak, Burak'ın artık 'ünlü' olmuş işi bize şu soruları sorduruyor: Güncel sanat doğru yer ve zamanda kitlelerin bir şekilde ilişkiye girebileceği gündemlerden yola çıkarak izleyicisini / takipçisini bulabilir mi?
Bahsedilen işin karşılaştığı ilgiyi, avant garde'ın sanat ile hayatı buluşturma iddiası ile ilişkilendirmek mümkün müdür? Kavramsalcı sanat yaklaşımının, modernist sanata karşı çıkışıyla estetik form olarak yapıtın üzerindeki aura'yı kaldırması sonucu, yapılan işlerde estetik kaygılar tamamen ortadan kalkma noktasına gelmiş midir? 2006'da hala sanat yapıtından ruhsal bir öğe beklemek mümkün müdür?

* Sayın Delier'in affına sığınarak adıyla hitap ettik

İzleyicisine Çevrilmiş Namlu ya da Video'nun Baştan Çıkarıcılığına Ne Oldu?

Ülkenin bu güne kadarki en büyük özel müzesi olan İstanbul Modern açıldığı günden beri sanat dünyasında olumlu-olumsuz bir çok tartışmaya konu oldu. Fikret Mualla sergisi ile başlayan küratörlük, sahte eser, holdinglerin sanatta belirleyici kaynak halini alması vb. tartışmalar hala sürüyor.
Neredeyse Bienale koşut bir biçimde itibarlı, üçü ülkeden 16 güncel sanatçıyı bir araya getiren "Çekim Merkezi" sergisinin etkileri de uzunca tartışıldı. Üzerinden fazla zaman geçmeden sürekli sergi olarak yer bulan "Kesişen Zamanlar" sergisi ise tam ters istikamette, neredeyse Türk resminin tarihini ortaya koyan çok önemli bir etkinlik.
Bu durum tabii farklı soruları da sorduruyor: İstanbul Modern, güncel sanat platformundan klasik sanat konuma mı geçti? Neden entelasyon, video-art işleri artık eskisi kadar öne çıkmıyor?
Gerçi, bu uzun zamandır adı konmamış bir başka krizin iz düşümü. 9. Bienalin küratör heyeti de öncelik ve ağırlığın video işlerine verilmediğini peşinen açıklamıştı. Benzer güncel sanat sergilerinde de yakın geçmişe göre videoya daha az yer verildiği ve video işlerin hep tekrara dönüştüğü ya da sıkıcı bulunmaya başlandığı söylenenlerden ilk akla düşenler. Bunun yanında, sergilenen işlerde pop mantığıyla bağlantılı video klip tarzı çeşitlemeler ya da belgesel havasının öne çıktığına dair itirazları da kuvvetlenmekte.
Tam bu noktada İstanbul Modern'in zemin katında yer verdiği video bölümünü düşünmek gerek. En son ziyaretimde konuyla ilgili yaşadığım ilginç bir tanıklığı paylaşmak istiyorum. Video bölümünün girişinde yer alan Tony Tasset'in 1996 tarihli "Fişek" adlı işini gördüğümde yanımdaki arkadaşa kontrol dışı bir yüksek sesle 'bu şimdi nasıl sanat' deyiverdim. Hemen arkamda duran güvenlik amiri bey yanıma gelip, dili döndüğünce işin neden sanat olduğuna dair bir açıklama yaptı. Tamam- deyip uzaklaşmaya çalışırken o hala açıklama yapıyordu, az sonra yapıtın ismini not almak için tekrar yaklaşmaya çalışırken güvenlik amiri arkadaş hararetli bir biçimde yeniden geldi. Hatta, benim sanat vandallığına girişeceğim gibi bir telaşı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Heyecanla 'danışmanın orada bir defter olduğunu, her türlü eleştiriyi yazmamın mümkün olduğunu ve hatta eserin kaldırılması talebimi bile iletebileceğimi' de ekledi. Biz de arkadaşımla artık trajikomik bir hal alan duruma son verip, olay mahallinden uzaklaştık. Ama İstanbul Modern'in güvenlik kameraları yetenekli bir videocunun elinde iyi bir malzemeye dönüşecek, absürd kayıtlara sahip olmuştu.
İlk bakışta yüksek sesli tepki vermeme neden olan şeyi anlatmak için kısaca videonun konusunu sizlerle paylaşayım. Ekranda önce bir adam belirir, karşıdaki duvara yönelip, sırtını duvara yapıştırır. Ardından silah sesine paralel, duvardaki adamın vücudunda açılan delik ve kanlar içinde yere yığılır...
Tasset'in işini izlerken aklıma snuff film fenomeni ve ona bağlı Lacancı artı-keyif kavramları geldi. Sanat formunun anlamsız, nedensiz yıkılığa, kıyıcılığa verdiği bu taviz ile Irak yada Afğanistan'daki Amerikan askerlerinin amatör çekimlerinin cep telefonlarından, internete kadar serbest dolaşımı arasında ister istemez bağ kurdum.Heyecana yenik düşen tepkim, Snuff kavramının gündelik hayatta hiçbir etik sorgulamaya girişilmeden tüketilmesi ve sanatın bu şiddet karşısında bırakalım duruş koymayı; sarsma, şoka uğratma adına egemen militer, tahakkümcü şiddet dilini yeniden üretmesineydi.
Video sanatında bazı eğilimler tıkanıklığı aşma adına yenilikçi, özgürleşmeci, eleştirel ve bilişsel bir alternatif dil üretmek yerine; sisteme ve popüler kültüre ait kodları üreterek çıkış arıyordu. Tarantino filmlerinden fırlamış sahneler üzerinden üretilen işler, ilgi kadar tepki de çekecekler. Ben Pinoncelli değildim ama şiddet her zaman karşı şiddeti doğurma riskini taşımaya mahkum değil midir? Tüm o güvenlik ağına rağmen...


Klostrofobi ya da "Sergi Mekanı" mı, "Ütopya Mekanı" mı?

İstanbul Modern'in sıkı güvenlik sisteminin yarattığı doğal yabancılaştırma etkisi yanında, aynı gün gezdiğim Pi Artwork mekanı ise bana tuhaf bir rahatlık hissi vermişti. Binaya girdiğim de kimseyle karşılaşmadan, SoS sergisinin bulunduğu 5. kata çıkıp; bırakın güvenliği hiçbir kurum çalışanı ya da başka izleyici ile karşılaşmadan sergiyi gezip, çıktım. Tekinsizlin verdiği garip bir özgürlük hissi ve aklıma ister istemez Herr Freud'un tekinsizde kendimizi evimizde hissederiz çıkarsamasını getirtiyor. Sabotaj Sanatı Devletine ait, başta Giger ve Jelinek'in işlerindeki karanlık boyut da, bendeki tekinsizlik hissini güçlendirmekte gereken yardımı sağladılar.
Bu, tabii bahsettiğim güne ait, ard arda sıralanan ve S. Holmes'un meşhur 'tuhaf rastlantı' kavramı ile açıklanabilecek tuhaflıklarıyla ilişkili olsa gerekti. Yoksa 'normal' bir zamanda nükleer savaştan tek kurtulan insan gibi yalnız Pi Artworks'ü gezeceğimi sanmıyorum.
Haziran başında İzmir'de bir sergiyi gezmeye çalışıyorum. Akşam saatlerinde ziyaret etmeme rağmen kapı kilitli, zili çalmamdan bir süre sonra bende sekreter hissi uyandıran bir bayan kapıyı açıyor. Hemen ardından elime sergideki 13 işin fiyat listesi olan bir kağıt tutuşturup, yine gözden kayboluyor. Bu durumda bana bir sanat mekanına değil, bir dükkana gelmişim hissi uyandırıyor.
Güncel sanatın olası takipçileri ile nasıl buluşacağı krizin aşılması için temel önemde bir sorun teşkil ediyor. Galeri, müze ya da merkezler çok dar bir ilgili çevre dışında takip edilmeyen, bilinmeyen mekanlara dönüşmüş durumda. Her sergi kokteylinde, artık aşina olduğumuz aynı yüzlerle karşılaşıyoruz. Türkiye'de güncel sanatın düşünen, farklı alanlarda bir şeyler üreten gençlere ulaşamama diye bir sorun var demek hiç de yanlış olmaz. Edebiyat, müzik ya da tiyatro gibi farklı sanat disiplinleri ile ilgili insanlar sergi mekanlarına niye çekilemiyor?
Bu açıdan da Mart ayında İzmir'de Hayalbaz Sanat Derneği lokalinde gerçekleşen 'Gün ışığıyla ilk buluşma' sergisini destekleme ihtiyacı duymuştum. Normalde galeriye ya da müzeye gitmeyen ya da gerçekleşen etkinliklerden habersiz insanlara ulaşma ve 'uygunsuz' bir yerde sanat ürünü ile yüz yüze gelmenin şokunu yaşamaları açısından. Üç tiyatro öğrencisi bira içmeye bir mekana giriyor ve birden karşılarında tuvaller, desenler, grafik illüstrasyonlar buluyorlar. Bu sefer sohbetleri birden karşılaştıkları işlere dönüyor ve kendi ürettikleri sanat biçimi (tiyatro) ile ziyaret ettikleri mekandaki işler arasında bağlar kuruyorlar; doğal gelişen bir disiplinlerarasılık durumu...
Tabii bahsettiğim örnek sanatı, hayat ve geniş izleyici ile buluşturmak için tek yöntem değil. Örneğin, yine İzmir'de geleneksel olarak gerçekleşen Alsancak Festivali, bu sene diğerlerinden farklı bir bakışla yapıldı. Sokak tiyatrosu, sokak konserleri ve sergileriyle üretimler, onlara gelmekte çekingen davranan, tabiri caizse kendini çok ağırdan satan insanlara götürüldü. Okullarında açılan sergiler dışında sokaktaki insanın ilgisine mahzar olan 9. Eylül GSF öğrencilerinin mutlulukları gözlerinden okunuyordu.
Ütopya mekanları olmaya en uygun alanlar, hayatın bağrının attığı sokaklar değil de nedir? Belki de güncel sanat bir gerilla taktiği olarak, üretimlerini mahcup izleyicinin gözüne sokmalı ne dersiniz?


Alanları Özgürleştirme Pratiği Olarak Sokak Sanatı!

Burhan Öçal daha 60'lı yıllarda Amerika da duvarları bir tuval gibi kullanmaya başlamıştı. Yetmişlerin sonlarında özellikle Jean Michel Basquiat sprey boyayla duvarlara yaptığı işlerle sokak sanatı, çağdaş sanat pratiğinde tartışılır oldu. Klasik grafiti yanında stencil, çıkartma, kolajlar, fanzin, afiş, mekan düzenleme, obje bırakma gibi üretimler sokakta yapılan sanatın en geçerli araçları oldu. Pc'lerin gündelik hayata girişi ile gelişen teknik imkanlar daha 'bacak kadar çocuk' diye adlandırılanların sokağa işler yapmasını kolaylaştırdı. Örneğin duvardaki bir reklam panosuna müdahale edilerek sanat eseri haline dönüştürülüyordu. Sokakta olmak disiplinsiz tavrı ateşliyor; klasik, modernist yada kavramsal işler üretmeye imkan veriyordu.Sokakta sanat üretiminin en büyük silahı da izleyicisini bekleme sıkıntısından muaf oluşudur. Yapılan iş en kalabalık yerlerde, insanların gözü önünde ve pratik hayatın akışının içindedir. İzleyicisini çağırmasına gerek yoktur; çünkü bunun yerine yaptığı işi izleyicisinin önüne getirmiştir.
Gri, sıkıcı duvarlar yaratıcı bir sokak sanatçısının elinin değmesi ile yaşayan, neşeli yada öfkeli ama özgür alanlara dönüşürler. Yaratılan renkli hava sivil ruhu ateşler ve izleyicilerini de benzer üretimler için kışkırtır. Bu anlamda internet alanının neredeyse sonsuz genişlikteki bulvarlarını, cadde ve sokaklarını da sanatı insanların önüne getirmek için bir araç olarak ele alan yaklaşımlar git gide güç kazanmaktadır. Ekran ile kurulan bağın deneyimi tamamen tekilleştireceği yada hayatta kopma riski taşıdığı gibi karşı eleştirileri de atlamadan.
Ve sokakta yada internet trafiğinde sergilenen işler mekan arama, bütçe yaratma, sponsor bulma, küratörle temasa geçme gibi güncel sanatın sorunlarından uzaklaşma imkanları sağlıyor. Yaratıcıyı genel söylem, alışkanlık yada tarzlardan bağımsızlaştırıyor. Disiplinsiz, düzensiz, gürültücü işlerin oluşmasını katkı sağlıyor.
Güncel sanattaki krizi aşmanın yazılabilecek tek bir reçetesi yok, fakat bağımsız üretim merkezlerinin kullanacağı hala pek çok imkan var. Hala deneme cesareti olanlara...




















































Hiç yorum yok: