14 Temmuz 2008 Pazartesi

İkna Estetiği

Fatih Balcı

Son günlerde, kendimi Edvard Much'un modernizmin programatik bir amblemine dönüşmüş olan "Çığlık" adlı resmindeki köprünün üzerinde çığlık atan figürü olarak yakalıyorum. Diyarbakır'ın sokaklarında, Dağkapı'da, Balıkçılar'da, ve her gün yolumun mutlaka düştüğü Ofis'in ortasında sessiz bir çığlık atarken buluyorum kendimi. Etrafın cemaat ilişkileriyle kuşatıldığı bu şehir içinde birey olmanın her türlü zorluğunu gövdemde duyarak yaşıyorum. Bir tek böyle olan ben değilim bu kentte; arada kalan, "aradalık" halini yaşayan bir çok kişi aynı halet-i ruhiye içinde. Cemaat ruhunun sağladığı güvenlik duygusu da yatıştıramıyor beni. Ama dikkatli olmalıyım, farklı olmak kolay affedilir hatalar arasında değildir buralarda. O kadar da farklı olmadığımı, onlara benzediğimi göstermeliyim; ikna etmeliyim onları. Ama çığlık atmamın, kendi içinden çınlayan bir yara gibi yollarda gezmemin asıl başka sebepleri var. Uzun süredir hareketlerimde bir yavaşlık, bakışlarımda bir hantallık var. Bazı sabahlar uyanmak oldukça güç oluyor. Yataktan kalkmak, işe gitmek, rutin işleri yapmak gittikçe yıpratıcı bir şeye dönüşüyor. Sanki boşunalık duygusu içinde yuvarlanıp duruyorum belirsiz bir manzaraya. Neşeyle yerinde duramadığım, yaşama sevinciyle, kıvancıyla dolduğum günler gittikçe azalıyor. Sinirli bir gülümsemeyle dolaşıp, öfkeli dişlerimin arsından mırıldanarak, tıslayarak ironik dilimi herkese yönlendiriyorum. Amaçsız eleştiri zevzekliği hastalığı beni de sardı.
Çevremdekiler ne olduğunu tam anlamasalar da uzak durmaları gerektiğini hissediyorlar. Kısa yoldan söylemek gerekirse kendimi anlamlı bir varlık olarak görmekte güçlük çekiyorum. İnsan yaptıklarıyla tanımlanır. Onun değeri ve anlamı bunun üzerinden oluşur. Bendeniz uzun süre önce, bu satırları okuyan bir çok kişi gibi "uğraşılacak" şey olarak sanatı seçtim. Doğrusu ki uzun süre bu uğraş kendimi anlamlı ve değerli hissetmemi, gerçek bir şeyle uğraştığımı, önemli bir şeyin parçası olduğumu düşünmemi sağladı. Ama epey bir süre var ki sanatla ilişkim eskiden aşık olduğum ama yılların çökerttiği ve büyüsünü giderek bozduğu bir evliliğe benzemeye başladı. Artık bizi bir arada tutan sanki zorunluluklar. Artık ona bakarak neyin nerede kaybolduğunu anlamaya çabalıyorum. Bu yüzden sanata sokulmak, sıcak ellerimi yüzünde gezdirerek ondan bir yanıt beklemek gittikçe imkansız bir şeye dönüşmeye başladı benim için. Öncelikle sanat eğitmenliğiyle başlayalım: Belki en az sorunlu olan alan budur hayatımda. Gerçek bir şeyle uğraştığımı hissettiğim nadir yerlerden biri. Ama artık bundan bile şüphe duyuyorum: Büyük bir istekle başladığınız sanat eğitmenliğinin anlamı bir süre sonra netliğini yitirir.
Zamanla anlarsınız ki, sanat eğitimine sizin yüklediğiniz değer ve anlam ile bu eğitimi almak isteyen kişilerin yükledikleri arasında bir bağ yoktur. Sizin sanat anlayışınız ile çevre arasında bir paralellik bulunmamaktadır. İşinize bunun değişeceğini umarak devam edersiniz; ve elbet bir çok şeyin değiştiğini görürüsünüz ama, nedense, önünüzdeki o büyük kayayı kımıldatamadığınız hissini bir türlü içinizden atamazsınız. Zamanla bu durumu kabul edersiniz ve yalpalayarak, kem küm ederek çoğunlukla ders işlersiniz. Hem bu gerçeği bilir hem de yaptığınız işin bir anlamı olduğunu umarak hatta bunun çok önemli bir iş olduğunu kendinize telkin ederek işinize devam etmek zorunda kalırsınız.
Ama asıl sorun sanat eğitmenliği değil hayatımda. Eğitmenlik eni sonu sınıfımda benim kontrol edebileceğim, eğip büküp bir şekle şemale sokabileceğim bir şey. Ve söylemek gerekirse bu konuda epey yetenekliyim. Ama ister eğitimini veren bir kişi olun, ister sanatla uğraşan biri olun,bu konulardaki eylemliliğinizi sürdürmenizin temel koşulu "Sanat" denilen şu Garibeyi anlamlı bulmanızdır.
Epey süre var ki beni saran, yarattığı etkiyle bende bir şeyleri değiştiren bir sanat eseriyle karşılaşmakta güçlük çekiyorum. Sanki her şey bizi bir süre oyalamak için üretiliyor. Görsel sanatlar eğlence sektörünün bir parçası olmuş gibi. Artı bizi sarıp değiştiren bir derinlik bulmak gittikçe zorlaşıyor. Sanatın bu durumunu muştulayan, bu durumun nedenleri yorumlayan bir çok düşünür var elbet; yeni bir şey söylemediğimin farkındayım. Ama benim için kesin olan şu var ki, ortaya çıkan yapıtlar anlamlı ve yerinde görünmüyor.
Diyarbakır'da, Hançepek ve Bağlar'ın ara sokaklarında dolaşırken hele, bu hiç mümkün değil. Öldürücü bir gerçeklik karşısında üretilen her şey güdük gözüküyor. Nietzsche, "sanat biz gerçeklikten ölmeyelim diye vardır" diye yazmıştı. Ne demek istediği elbet belli ama bu cümle burada oldukça ironik duruyor: Gerçekliğin kapsama alanı, sanatı da içine alıp yuvarlıyor.Belki müzik bu cümleye karşılık gelebilir burada. Evet müzik; belki sürünmenizi değil ama ölmenizi gerçekten önleyebilir. Görsel sanatlar söz konusu olduğunda ise trajikomik ve absürd bir oyunun içine girmiş hissedersiniz kendinizi: çiçek resimleri, manzara resimleri ve yine çiçek resimleri. İmzalanmış ve mühürlenmiş sergilerde beklenen protokol ve mühim insanlar çevresinde konuşlanmak için birbirini itekleyen, elleri önde birleşik, saygılı ve saygın insan kalabalıkları; arkasından kokteyl tıkınmaları.
İzleyenler kadar yapanların da bir şey anlamadıkları yapıtlar. Özentili, kompleksli, "ben yaptım oldu" çalışmalar. İzlenimcilikten öteye gidemeyen sanat tarihi. Torsun beline peştamal bağlayan hocalar (HİİİÇ AKLIMDAM ÇIKMIYOR Kİİİ!!!).
Ücret için ek ders kapma savaşları. Yeteneksizliği pek soyut sanatla kapatma uğraşları. Üç aylık hızlandırılmış desen kursları. Sınav kuyrukları: başvuru 600 kişi, torpil çabası 400 kişi, kazanan 40 kişi, torpil söylentisi 60.000 kişi. İş, aş ve maaş ekseninde tavlanan okullar. Rantiye ve şantiye...
Kendime sanatın en doğru teşhisleri koyduğunu, gittikçe silikleşen soru işaretlerini aydınlattığını, bununla da kalmayıp yeni dünyalar düşlememiz için bizi teşvik ettiğini hatırlatmalıyım. Sanat denilen şu şey olmasa ne kadar sıkıcı ve çekilmez bir dünyada yaşamak zorunda kalacağımızı hatırlamalıyım. Belki sanatın sadece mekân değiştirdiğini, başka yerlerde boy verebileceğini söylemeliyim. Doğru yolda olduğumu kendi kendime mırıldanmalıyım. Yetmezse yüksek sesle bağırarak kendimi ikna etmeliyim. Aslında ne yaparsam yapayım bu garibe olmadan yapamayacağımı biliyorum. Damarlarımdaki kanın hışırdadığını ancak böyle hissedebiliyorum çünkü. Ama asıl sorun tam da burada başlıyor.
Sanat ile uğraşmanın iki yolu bulunur: küçük dar bir çevrede yaşayarak tarihin sizi görmesini umursamadan yaşayabilirsiniz. Böylece kafanız fazla ağrımadan yaşayıp gidersiniz. Ama bu temas alanınızı daraltmanız demektir. İkinci yol ise içten bir yara olarak sızlamaktansa, belalara açık bir yara gibi ortalık yerde kanamaktır. Bu, sanat yaptığınızı, sanatçı olduğunuzu başkalarına ispatlamanız, ikna etmeniz demektir (Password: İstanbul). Bu süreç oldukça garip ve sevimsiz bir süreçtir. Ama kuralların sürekli yeniden yazıldığı bir dünyada bunun dışında bir yol da yoktur. Bu süreç, yani onun varlığı sizi yeniden baştaki konumunuza sürükleyebilir. Basit bir daire içinde kalabilirsiniz. Buradan kurtulup yola devam etmek ayrı bir yeteneği gerektirir. Diyarbakır'da sanatçı payesine yükselmeniz görece daha kolay olabilir. Bunu için öncelikli olarak bir kurumun yaftasını arkanızda hissetmek yetebilir. Bu yetmiyorsa biraz içe kapanık, biraz deli davranışlarınız sanatçılığınıza delalet edebilir. Belki biraz daha ileri gidip, yelek giyebilir, omuzdan askılı çantalar taşıyabilir, saçınızı ve sakalınızı özel şekillere sokabilirsiniz. Ama en önemlisi yaftadır; bu unutulmamalıdır. Önemli bir kurumda, önemli bir mevkide bulunmak en açık delildir. Resmi kurum ve mevki güç demektir, güç ise çok şey demektir (tüm bunları yazarken plastik sanatları düşündüğüm unutulmasın lütfen!). Bu noktadan sonra siz Abdurrahman Çelebi'sinizdir; yeter ki sakalınız olsun.
Eğer daha geniş bir onay peşindeyseniz, başka bir oyunun içine girmişsiniz demektir. Yolda görsek tanıyamayacağımız "sanat" artık kendini üzerine çevrilen spotların altında gösterebildiğinden, sanatçı olabilmek için bizim de kendimizi aydınlatmanız gerekir. Picasso kendisini yaratanın galericisi olduğunu bir yerlerde söylemiş. Biz de şimdi kendimizi, galericimizi, kuratörümüzü yaratmalıyız. Ne kadar sanatçı olduğumuzu onlara göstermeli, ikna etmeliyiz: Resimler fotoğraflanmalı, yüksek çözünürlükte baskılar alınmalı, bilgisayar filtreleriyle görüntüler çeşitlendirilmeli, web sayfaları tasarlanmalı, dosyalar hazırlamalıyız (Dosya ne renk olsun? Hangi çeşit karakter kullanmalıyım? Fotokopiler kaç gram kağıda basılsın?...) Bol üretmeli ama bunları destekleyen, kendimizi ve yaptıklarımızı açıklayan bol göndermeli yazılar da döşemeliyiz. Önümüze gelen herkese bu camiadan kimleri ne kadar tanıdığımızı, samimiyetimizi anlatmalıyız. Telefon rehberlerimizi kalınlaştırmalı, e-mail adreslerimizi çoğaltmalı, "portfolyo"muzu geniş tutmalıyız. Gazete ve dergilerin yazı işleriyle, editörleriyle sıkı dostluklar kurmalıyız. Sevgili kuratörlerimizin etrafından ayrılmamalı, varlığımızı sürekli hissettirmeli, dosyalar, videolar, cd'ler ile bürolarını doldurmalıyız. Arada bir arayıp hal hatır sormalıyız...
Ama dokunma özürlü bu çağda tüm bu işler paradoks gibi gözükse de uzaktan halledilmeli. Telesekreter, e-mail, telefon, mektup ve çok yaklaşırsak imajla bu işi bitirmeliyiz. İnternet sitelerine üye olmalıyız. İsmimizi dolaştırmalı ama cismimizi herkesten uzak tutmalıyız. Kimseyle düşman olmamalı, kimseyle dost olmamalıyız. Benim gibi böyle yazılar yazmamalı, birilerinin sinirini kaldırmamalıyız. Bu gibi yazılar yazıp internet sitelerine göndermeliyiz. Kendimize olan talebi kendimiz yaratmalı, kendi değerimizi kendimiz üretmeliyiz. Ne kadar "değerli" olduğumuz konusunda "kamuoyunu" ikna etmeliyiz.
Tüm bunları yaptığınızda bile dikkatli olmalıyız. Bu dar çevrenin (beni hüzünle kahkahalara boğan) iktidar hırsının yıpratıcılığına yakalanmamalıyız. Daha dün can ciğer olan arkadaşlarımızın kıskançlık dolu bakışlarından ustalıkla sıyrılmalı, yeni dostluklar ve ittifaklar kurmalıyız. Aslında sizin değerinizin, size olan talepten ve bunun da yanılsamalı da olsa, sizin gücünüzden geçtiğini unutmamalıyız. Artık her tür referans bizde başlayıp, bizde bitmeli, bu sonsuz baştan çıkarma, ikna etme çağında gövdemizi çok verimli kullanmalıyız. Evet belki sanat eseri dediğimiz o şeyin "aura"sı yok oldu; belki bizi artık baştan çıkaramıyor ama biz ne güne duruyoruz.
Ontolojik bir kayma oldu, artık sanat eseri değil, sanatçı önemli; başında halesi, elinde Cola şişesi ile bizi baştan çıkaracak olan artık O.
Her şey çoktan tükendi.
YAŞASIN İKNA ÇAĞI!!!










Diyarbakır Bağlar











Diyarbakır Bağlar

















Deliller Hanı_Diyarbakır












Diyarbakır Surları

Hiç yorum yok: